Zeytin Ekmek

Genç, beyaz, gürbüz kadın, tıpkı zalim âşığının hışmına uğramış evvel zaman cariyesine benziyordu… Soluk basma entarisi parça parçaydı. Gür, kıvırcık, kumral saçları, mermer kadar beyaz omuzlarına dökülmüş, celladını bekleyen bir masum gibi, derin derin düşünüyor; çürük kafesli, çarpık cumbadan sokağa bakıyordu. Zeynep Kâmil Hastanesi’ne inen bu yol pek tenhaydı. Komşu duvarların üstünden aşan bahar çiçekleriyle süslenmiş sık dallar, bozuk kaldırımlara, ince tül gölgelerini yaymışlardı. Saçaklarda, kırık kiremitler arasındaki yuvalarının insani sefaletini duymayan mesut serçeler, sanki başka bir bayramın zevkini sürüyorlarmış gibi cıvıldıyorlar, uçuşuyorlar, sevinçlerinden kaplarına sığamıyorlardı. Genç, beyaz, gürbüz kadın birdenbire,

– Aaa…

Diye haykırdı.

Kalçalarını sarsan hızlı bir hareket ile toplandı. Dizlerinin üzerine kalktı. Sonra dirseklerini pencerenin kenarına dayadı. Canlanarak, uzandığı dayanağından birdenbire doğrulmuş bir heykel kadar bediî[1] ve şirindi. Seslendi:

– Sabire, Sabire!

Sokaktan geçen iki şık kadın hemen durdu. Uzun boylusu, biraz şaşkın, sesin geldiği tarafı aradı. Siyah kaşlarını çatarak cumbaya baktı. İnce şifon çarşafının altında şekli görünen uzun oyluğuna altın el çantasını vurarak sordu:

– Kim o?

– Ben.

– Sen kimsin ayol?

– Naciye!

Altın çantayı avuçlarına aldı. Asabi asabi sıktı. İyice cumbaya döndü. Tekrar sordu:

– Hangi Naciye?

– Bahtiyar Efendi’nin kızı!

– Hangi Bahtiyar Efendi’nin?

– Sandık emini[2] Bahtiyar Efendi’nin.

– Ne!

– Ya…

Bir an öyle kaldı. Bu yer odasının kopuk, perişan kaplamalarına baktı. Kırık camlara gazete kâğıtları yapıştırılmıştı.

– Ayol burada ne arıyorsun?

– Hiç.

– Ne demek hiç?

– Evimiz işte!

– Eviniz mi?

– Evet.

Uzun boylu kadının yanındaki de şaşırmıştı. Birbirlerine bakıştılar. Bir şaka işitmiş gibi gülümsediler. Uzun boylu, cumbadakine,

– Yalancı seni! Aç bakayım kapıyı!.. Ben senin burada ne aradığını anlarım, dedi.

Üzerine mahalle çocuklarının tebeşirle kuş resimleri yapmış oldukları çürük kapıya yaklaştı.

Sabire ile Naciye çocukluk arkadaşıydılar. Balkan bozgunu başladığı zaman, aynı kazada, birisinin babası hâkim, birisininki sandık eminiydi. Kaçarken birbirlerini kaybettiler. İşte altı sene sonra yine karşı karşıya geliyorlardı. Fakat Sabire, Naciye’nin üstünü başını görünce,

– Bu ne hâl kız! Sana kuduz köpek mi saldırdı? Diye haykırdı.

Naciye de, onun şık siyah çarşafına, açık boynundaki iri zümrüt taşlı platin pantantifine, elindeki büyük altın çantaya bakarak şaşıyordu. Hâlinden birdenbire sıkıldı:

– Fakirlik, diyebildi.

Sabire, gözlerini etrafa bir gezdirdi. Sıvaları dökülmüş bölmeler, kaplamasız tavan, buraya ahırdan bozma, sefil bir kümes manzarası vermişti. Yanındakine döndü,

– Ne kadar güzel değil mi? Dedi.

– Maşallah.

Bu kendinden biraz yaşlıca, fakat daha şık, daha kokot bir kadındı, kumral yüzünde bir Çerkez gururu vardı. Bu kadar berbat bir eve girmeyi gereksiz görüyor gibi kapıdan bakıyor, içeri giremiyordu. Şaşkın bir suskunluk içinde, üç kadın, birbirini tekrar süzdüler. Sabire, içinde,gayri ihtiyârî bir merhamet sedası duyulan şefkatli bir sesle,

– Vah Naciye, vah…dedi. Annen nerede?

– Öldü.

– Baban?

– O da öldü.

– Kardeşin?

– O da öldü.

– Ee, sen burada ne oturuyorsun?

– Burası kocamın evi.

– Kocanın evi mi?

– Evet.

– Neci bakayım, kocan?

– Duvarcıydı, ama şimdi asker.

– Nerede?

– Burada. Haydarpaşa’da. Amele taburunda.

Tekrar sustular. Zavallı kız, bu şık hanımları tek odacığına çağıramıyordu. Fakat Sabire, zenginlere, kibarlara mahsus o gaddar tevazuyla güldü:

– İçeri girelim, seninle konuşalım, dedi. Vah Naciye, vah… Kız, sen ne talihsizmişsin.

– Buyurun.

Sabire, arkadaşı hanıma döndü:

– Gel azıcık oturalım. Gördün ya şu kızı…. Bu kadar güzel bir kadına rastgeldin mi? Allah aşkına söyle. Şu saçlara bak.. Bu kıvırcıklar doğal. Öyle yapma değil, dikkat et Allah aşkına…

Ciddi kadın gülümsüyor,

– Maşallah, maşallah, diyordu.

Dar, pis, karanlık, toprak döşeli sofayı geçtiler. Odaya girince fakirliğin sefaleti, bu iki kadını donmuş gibi dimdik bıraktı. Bir yerde oturamıyorlar, oturacak yer bulamıyorlardı. Naciye bütün bütün büzülmüştü. Sanki bu sefalet kendi cinayetiymiş gibi önüne bakıyor, utanıyor, sıkılıyor, kızarıyordu. Köşede yırtık bir hasırın üstüne birkaç yatak yığılmıştı. Hasırın ucunda bir gaz sandığı vardı. Büyücek bir testi, yanında bir vesika ekmeği, yeşil bir çanak dolusu zeytin duruyordu. Cumba ile perdesiz pencerenin önündeki tahtadan sedirin üstüne ince, eski bir yol keçesi örtülmüştü.

Naciye, “Buyurun! Temizdir!” diye burasını gösterdi.

İki kadın tahta sedire iliştiler. Arkadaşı, basık tavana, badanasız duvarlara bakarken, Sabire, eski çocukluk arkadaşıyla yine konuşmaya başladı:

– Şöyle yanıma gel bakayım.

. . . . .

– Gel otur yanıma!

Naciye de sedire oturdu.

– Ne oldu sana böyle kız?

– Talih işte!

… Yavaş yavaş anlatmaya başladı. Babası Selanik’te hastalanmış, İstanbul’a geldiklerinin ayında ölmüştü. Annesiyle Üsküdar’da bir oda tutup, başlarını sokunca, yine hastalık peşlerini bırakmamıştı. Annesi de zatürreden ölmüştü. Naciye yalnız kalınca, ev sahipleri olan dul kadın, haline acımış, ona çarşıya gidip bekâr odalarından bir kocacık buluvermişti. İşte dört senedir onunla yaşıyordu, bu adamcağız iyiydi, fakat çok fakirdi. Muharebeden evvel bir mecidiye gündelikle yapılarda çalışıyordu. Asker olunca, Naciye’ye otuz kuruş maaş bağlanmıştı. Eve izinli geldiği akşamları, bazı karavana çorbası da getiriyordu.

– Allah’a çok şükür, geçinip gidiyoruz! deyince, Sabire coştu:

– Bu haline şükrediyorsun ha?..

– Elhamdülillah!

– Kız, sen budala imişsin! Gece gündüz, vesika ekmeği… Katık zeytin… Sonra üstüne de dua ha?

Birden yaşlı, kumral kadına döndü.

– Gördün ya, Füsun Hanım, Allah’ın ne iyi kulları var, dedi.

İkisi de Naciye’ye tereddütlü gözlerle bakıyorlardı. Açlık, sefalet içinde bu renk, bu güzellik, bu vücut nasıl dayanıyor, solmuyordu. Kendileri, zenginler, bol yemeklerle, şırıngalarla, şaraplarla kansızlıktan kurtulamıyorlardı. Naciye sıkılarak,

– Senin baban nerede? diyebildi.

Sabire,

– Bilmiyorum. Dışarlarda bir yerlerde! dedi.

Naciye, şık kadının ta gözlerinin içine baktı.

– Annen?

– O da beraber…

– Sen?

– Ben mi? Uzun hikâye! Evvela, bir zâbitle evlendim. Sonra ayrıldık.

– Şimdi kiminle oturuyorsun?

– Akrabalarımla.

Fakat Naciye, Sabire’nin İstanbul’da akrabaları, hem de zengin akrabaları olduğunu bilmiyordu. Zaten o da kendi gibi Rumeliliydi. Fakat daha ziyade sormadı. Sustu. İki kadın onun güzelliğine şaşıyorlar, gür saçlarını okşuyorlardı. Sabire dayanamadı. Basma entarinin altında parlayan ensesini tuttu, boynundan öptü. Naciye utanıyordu. İki kadın, talihin bu güzel vücuda nasıl musallat olduğuna kızıyorlar, çirkin zenginlerden bahsediyorlardı.

Sabire,

– Refika’yı düşün Füsun! O kazık kadar karı… Köşklerde, otomobillerde! İnsan yüzüne bakmaya korkar. Bir de şu Naciye’ye bak! Acaba Cemil, öyle bir kadını rüyasında görse ne yapar?

– Gözlerine inanmaz!

– Vallahi inanmaz…

Sabire, yanında kızaran, sefaletinin mahcubiyeti, zenginliğin şaşaası karşısında bunalan, biten Naciye’ye,

– Doğru söyle, ayda yalnız otuz kuruşla mı geçiniyorsun? diye sordu.

– Geçen sene asker dikişi de dikiyordum. Bu sene bulamadım.

– Vah zavallı!

. . . .

– İnanamıyorum. Nasıl yaşarsın!

– Bayağı!

– Canım, nasıl yaşarsın? Otuz kuruşla küçük bir kanarya geçinemez.

– Kocam, her hafta ne yapıp yapıyor, yarım okka zeytin getiriyor. Ben de idare ediyorum.

Buna Sabire ile Füsun inanamıyorlardı. Evlerindeki hizmetçilerin vesika ekmeği yemediklerini hatırlıyorlar, acı acı gülüyorlardı.

Füsun,

– Ne diyeyim, dünya işte bu! diye başını salladı. Demek o ekmek de yeniyormuş. Vallahi bizim Bobi’ye verdik, yemedi. Hem de kızdı. Öyle acı acı havladı ki… Kudurdu sandık…

Sabire sinirli bir hareketle,

– Ben seni burada bırakmam vallahi Naciye! diye haykırdı. Haydi kalk…

– Nereye!..

– Bize gideceğiz…

– Aaa, nasıl olur?

– Nasıl olacak, bayağı!

– Kocamdan izin almadan…

– Haydi, deliliği bırak, gel bir gece bizde kal. Ye, iç sonra bak bir daha buraya dönebilir misin?

– A, aaa…

– Haydi, haydi diyorum.

Naciye’nin evden çıkıp izinsiz bir yere gitmeyi aklı almıyordu. Vâkıâ, kocası bu gece gelmeyecekti. Fakat nasıl olurdu? İki kadın ona acıyor, dört senedir kulübesinde sıcak yemek pişmediğini duydukça, üzüntülerinden ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Kendileri bugün araba ile Kadıköy’den buraya bir aşçı aramaya gelmişler, bu kadının evini bulamamışlardı. Evdeki aşçı, hizmetçilerle geçinemiyordu. Onun için savmak istiyorlardı. Füsun, bu akşamki, yemeklerden başladı. Yaptırdığı tatlıları söylüyordu. Şaraptan, şampanyadan bahis açtılar. Naciye, çocukluk arkadaşının her sofrada kırk liralık şampanya içtiğini duyarken, kulaklarına inanamıyor, tatlıların, böreklerin, külbastıların hikâyesiyle midesi uyuşur gibi oluyordu. Onlarla konuştukça, kendi talihsizliği, sefaleti gözünde daha ziyade büyüyor, felaketinin birdenbire farkına varıyordu. İçinden, “Bir gecelik misafirlik! Ne olur? Bari doya doya bir yemek yerim!” diyordu. Yıllar vardı ki, ta bozgundan beri tatlıya, böreğe hasretti. Hatta zeytinden peynirden başka bir şeyin tadını unutmuş gibiydi. Dayanılmaz bir yemek hasretinin sarsıcı nöbetleri onu hıçkırtmaya başladı. Sabire’ye bu gece gidecekti. Fakat üstü başı yoktu. Sıkıla sıkıla bu mazereti söyledi. Füsun’la Sabire birbirlerine bakıştılar. Sabire,

– Naciye’yi alır, Doğancılar’a Muazzez Hanım’a gideriz. Onu bir güzel giydiririz. Muazzez de iridir. Etekleri, çarşafı Naciye’ye tam gelir! Dedi.

Füsun,

– Vallahi iyi akıl ettin. O deliyi de, bugün bize götürürüz, cevabını verdi.

Kalktılar. Naciye, sabahtan beri bir şey yememişti. Son derece acıkmadan vesika ekmeğiyle zeytini midesine indiremiyordu. Artık dört senedir zavallıya bir tiksinme gelmişti. Naciye’nin yemek, aşçı, tatlı, börek laflarıyla hayali alevlenmişti. Artık bir şey düşünemiyor, “Ah, bu gece kimbilir neler yiyeceğim?” diyordu. Birdenbire evine gelen bu talihli arkadaşının nasıl zengin olduğunu muhakeme edemiyor, dimağında sabit bir fikri, altın bir sofra gibi doluyor, ağırlaşıyordu. Gayri ihtiyarî gözünün önüne beyaz örtülü bir masa geliyor, bu hayali masanın üstünde dumanlı külbastılar, hoşaflar, tepeleme pilavlar, kompostolar, dondurmalar görüyor gibi oluyordu. Daldığı yemek hülyasıyla tamamıyla sersemlemiş gibiydi. Onlar kalkınca, o da meçhul bir sevinçle doğruldu, yatağın arasından eski, yamalı, siyah yünden bol bir çarşaf çıkardı. Utana utana giydi. Sabire ona bakıyor, bakıyor,

– Allahaşkına Füsun, bir kere şuna bak! Bu paçavraların içinde bile sultan gibi durmuyor mu? diyordu.

Kapıdan çıktıktan sonra çok yürümediler. Küçük caddenin önünde bir araba onları bekliyordu. Binerken Sabire arabacıya,

– Doğancılar’a çek! Dedi.

Naciye karşılarına oturdu. Yolda hep eğlenceden, esvaptan, modadan konuştular. Fakat Naciye pek bunları dinlemiyor, bu akşam bir zengin yemeği yiyeceğini hayal ediyordu. Ötekiler hep onun güzelliğine bakıyor, kollarını tutuyorlardı.

Füsun,

– Naciye Hanım’ın elleri de bozulmamış… diyordu. Sanki her gün sütle yıkanmış gibi…

Hakikaten Naciye’nin elleri, kolları son derece güzeldi. Her akşam mahalle çeşmesinden taşıdığı soğuk sularla bol bol yıkanırdı. Sabun çok pahalı olduğu için kirlenmekten korkar, kara kışta abdestini soğuk suyla alırdı. Beyaz boyalı büyücek bir evin önünde arabayı durdurdular. Bu ev, bu mahallenin eski ahşap, boyasız evleri arasına misafirliğe gelmiş yabancı bir konağa benziyordu. Kapıyı gayet beyaz önlüklü bir kız açtı. Sabire sordu:

– Hanım evde mi, Eleni?

– Evde.

– Haydi, geldiğimizi haber ver.

– Buyurun…

Mermer döşeli bir taşlığa girdiler. Hizmetçi kız koşarak yukarı çıktı. Merdivenlerden çıkarlarken deli gibi bir kadın onları karşıladı.

– Ah hainler! Nereden estiniz böyle…

Evvela Füsun’a sarıldı. Sonra Sabire’yi kucakladı. Öpüştüler.

– Nereden estik, bil bakalım?

– Bilmem… Gece burada mısınız?

– Hayır.

Bu, fazla boyanmış, oldukça yaşlı, oldukça güzel, yorgun bir kadındı. Büyük gözlerine kuyruklu sürmeler çekmişti. Naciye’ye baktı. Sonra gözlerini kapayarak misafirlerine sordu:

– Bu tebdil hanım da kim?

– Tebdil değil, kendi üstü başı…

– Eğlenmeyiniz.

Sabire yemin ediyordu.

– Vallahi tebdil değil! Senden giyecek; etek, çarşaf, almaya geldik. Bu gece bizim misafirimiz!

– Yalan, yalan…

– Vallahi diyorum…

Kadın, kızaran Naciye’ye bakıyor, inanamıyordu. Bir erkek tavrıyla,

– Ne güzellik yahu! diye haykırdı.

Hepsi birden tekrar dönüp Naciye’ye baktılar. Füsun,

– Giyinsin de, siz ona o vakit bir bakın!

Geniş bir yatak odasında, gayet büyük bir aynalı dolabın karşısında, üç kadın Naciye’yi soydular. Onu çıplak görünce deli oluyorlardı. Ev sahibi Muazzez, ellerini oyluklarına vuruyor,

– Ah yarabbi, erkek olsaydım! diye haykırıyordu.

Şık, beyaz ipekten, gayet ağır bir elbise giydirdiler. Çoraplarını giydirirken ayaklarının, bacaklarının beyazlığı, güzelliği onlara çığlık attırıyordu. Saçlarını kaldırdılar. Bu kumral, kıvırcık, parlak saçlar o kadar çoktu ki… Sahte kıl koymaya hacet bırakmıyordu. Sonra hemen oraya, şezlonga oturarak eserlerine hayran kalan sanatkârlar gibi, süsledikleri bu vücudu seyre daldılar. Naciye bir şey söyleyemiyor, gülümsüyor, güzelliği için söylenen sözleri biraz mübalağalı buluyor, “Acaba sahi mi?” gibi yan gözle, yavaşçacık, aynadaki hayaline bakıyordu.

Hizmetçi kız, gümüş bir tepsi içinde çay getirdi. Küçük bir mangalın başına mavi, ipek kaplı sandalyeleri çektiler, oturdular. Naciye’yi de karşılarına oturttular. İnce yaldızlı cigaraları yaktılar. Hep erkeklere dair konuşuyorlardı. Naciye dinliyor, saf bir kadın düşüncesiyle içinden “Galiba bunlar kötü” diyordu. Fakat, işte ne kadar zengindiler! Giydikleri ipek, oturdukları ipekti. Ayağının altında yumuşaklığını duyduğu parlak, pembe halı da hiç şüphesiz ipekliydi. Kim bilir sofraları nasıldı? Gümüş tepsinin üzerinde altın kakmalı şeker kutusuna bakıyor, sabahtan beri ağzına hiçbir şey atmamış bir oruçlu muhayyilesiyle[3] külbastılar, pilavlar, tatlılar, börekler düşünüyordu. Yine hıçkırmaya başladı. Evet, bu akşam o da bu sıcak, bu yağlı yemeklerden yiyecekti. Hıçkırırken sarsılıyor, sanki bu gayri ihtiyarî hal büyük bir ayıpmış gibi utanıyordu. Hıçkırığını tutmaya çalışırken sanki kulakları yeni açılmış gibi, Sabire ile arkadaşlarının sözlerini duyuyordu:

Biri diyordu ki:

– Rıza, bu kıza bir gece için bin lira verir.

Muazzez reddediyordu:

– Vermez! Pis, kurum satar, ama paraya gelince cesareti yoktur.

– Miloviç’e on bin lira vermiş!

– O başka…

– Niçin başka!

– İnat üzerinedir belki..

– Ey, Hacı İbrahim görse ne yapar?

– İşte ondan korkarım. Para vermez, ama o saatte köşk filan almaya kalkar.

Naciye, pahasından bahsolunan kızın kendisi olduğunu anlayınca kalbi çarpmaya başladı. İşte onu, ihtimal bu gece, birisine peşkeş çekeceklerdi. Aniden kalkıp soyunmak, yine kendi paçavralarını giymek, koşa koşa evine kaçmak istedi. Kımıldadı. Ona da bir cigara yaktırmaya çalışıyorlardı.

– İçmem, vallahi! dedi.

Israr etmediler. Fakat bu ipek esvaplar içinde o kadar rahat etmişti ki, kolundaki pembe tül, tarif olunmaz bir lezzetle cildine dokunuyordu. “Bir geceden ne olur? Hemen birisinin kucağına atmazlar ya… Bu akşam biraz sıcak yemek yerim, yarın erkenden yanlarından kaçarım!” diye düşündü. Midesi tıpkı bir kalp gibi atıyordu. Yine onların sözlerini duymuyor, dört senedir hasret kaldığı etleri, tatlıları, muhallebileri hatırlıyordu. Karnı fena hâlde acıkmıştı. Şimdi kalkıp kaçsa, evinde ne yiyecekti? Gözünün önüne odasında, gaz sandığındaki yeşil çanak geldi. Bu siyah zeytinler sanki birer azap aletiydi. Vesika ekmeğini çiğniyor gibi, bir an dişleri gıcırdadı… Yutkundu. Ne olursa olsun, bu gece, bunlarda kalacaktı. İçinden, “Yemek için… Yemek için…” diyor, tehlikede kalacak namusunu aklına getirmek istemiyordu. Sabire, Füsun, Muazzez yapacaklarını ondan gizlemiyorlar, kendini birtakım beylere göstererek hepsini deli edeceklerini söylüyorlardı.

Muazzez,

– Hemen arabaya binin. Dört vapuruna yetişin! Moda’da dolaşın. Mutlaka birine rastgelirsiniz… diyordu.

Kalktılar. Çarşaflandılar. Naciye’ye de siyah ipekten bir çarşaf giydirdiler. Eline kadifeden, altın kenarlı, şık bir çanta verdiler. Sonra uzun uzun öpüşmeye başladılar. Muazzez, Naciye’yi de öptü. Kapıya kadar hepsini indirdi. Sabire ile Füsun, bu sefer Naciye’yi karşılarına almadılar. Sıkıştılar. Ortalarına oturttular. Arabayı kuvvetli atlar, tenha yolda uçuruyordu. Naciye, yine yemek hülyalarına dalmıştı. Sabire ile Füsun’un konuştuklarını duymadan işitiyordu. Haydarpaşa’da deniz kenarından geçerlerken etrafına görmez nazarlarla bakıyordu. Kadıköy’ü hiç bilmezdi. Üsküdar’ın, mahallesinin harap evlerine alışan gözleri, temiz parke döşeli sokakları yabancı görüyor, kâgir binalara bakarken, kendini bir ecnebi memleketinde sanıyordu. Yolda gayet şık beyler, onlara eliyle selam veriyorlardı. Araba nihayet bir meydanlıkta durdu. Burası yüksek bir yerdi. Âdeta bir seyir yeri gibi kalabalıktı. Kenarında büyük ağaçlar vardı. Ağaçların arkasında nihayetsiz deniz görünüyordu. Başka arabalar da duruyordu. Kadınlarla erkekler karmakarışıktı. Geziyorlar, konuşuyorlar, gülüşüyorlardı. Naciye, etrafına bakarken birdenbire Sabire’nin birisiyle konuştuğunu duydu. Başını çevirdi. Bu siyah, kesik bıyıklı, zayıf, sarışın bir gençti. Ayağında beyaz pantolon, arkasında lacivert bir ceket vardı.

– Allah aşkına bu kim, diyor, Sabire gülüyordu.

– Bilmem! Yanımıza binmiş işte.

Naciye kulak kabarttı. Gencin gözlerine gözleri rastgelince ürkmüş gibi yüzünü Füsun’dan tarafa çevirdi. Bu kadın gayet ciddi duruyor, delikanlıyı görmemiş gibi davranıyordu.

– Allah aşkına söyle, kim?

– Bir insan işte…

– Melâike be…

– Ne zannettin?

– Kuzum Sabire, tanıştır…

– Erkekle konuşmaz yavrum. O bize mahsus…

– Allah aşkına diyorum.

– Bize gel bu gece.

– Siz kalabalıksınız. Biliyorsun ya, ben artık içemiyorum. Siz eğlenirsiniz. Son vapurla geldim. Karnım da tok. Sonra aranızda ben seyirci kalırım.

– İyi ya işte, seyirci kal.

– Yağma mı var?

– Ey, sen de bu peri kızını al götür, yağma mı var?

– Sabire, aksilik etme. Bizimkiler bir haftadır Büyükada’da. Köşkte kimseler yok. Bu fırsat bir daha ele geçmez. Takdim et, şunu bana; birkaç gün sayende yaşayayım…

Çok yavaş konuşuyorlardı. Fakat Naciye, kalbinin sesiyle beraber ikisinin sözlerini, noktası noktasına işitiyordu:

– Benim sayemde yaşarsan, bana ne yaparsın?

– Sen söyle! Ne istersin!

– Hayır söylemem!

– Şimdi sana yüz lira veririm…

– Daha çık! Daha çık!

– Yüz yirmi.

– Bitpazarı’nda mısın yahu! Neden kuruş kuruş çıkarsın.

– Yüz elli Sabire!

– Çık, çık! Gözünün önüne o kart Miloviç’i getir de, sonra dikkatle istediğin kıza bir bak. Çık bakayım biraz.

– İki yüz…

– Ona ne vereceksin!

– Sen karışma.

– Söyle, söyle.

– Vallahi Sabire, ben ömrümde böyle güzel görmedim. Belki kapatırım, yahut alırım.

– Haydi defol oradan, üç senedir her gördüğünü kapatmaya kalkarsın. Biliyorsun ya, beni de öyle altı ay kadar aldatmıştın.

– Ama bu pek güzel!

Âdeta kendi üzerine pazarlık ediyorlardı. Canı sıkıldı, yine arabadan atlayıp kaçmak aklına geldi. Fakat nereye gidecekti. Açlıktan içi bayılıyordu. Evini hatırladı. Dişini sıktı. Yine yemek kokuları duyar gibi oldu. Sabire ile konuşan genç, onları gezmeye davet ediyordu. Füsun’a rica etti. Arabadan indiler. Sabire, garip bir acele ile geri döndü.

– Çocukluk arkadaşım Naciye Hanım! dedi.

Naciye’ye de,

– Paşa babasının paralarını bol bol yiyen Fasih Bey… derken, iki kat oldu.

Şaşalayan Naciye gülümsedi. Kalabalığa kapıldılar. Dolaşmaya başladılar. Yeldirmeli kadınlar, gençler hep onlara bakıyorlardı. Bu dolaşma epeyce sürdü.

Naciye’nin karnı o kadar acıkmıştı ki… Âdeta midesinde bir sızı duymaya başladı. Gözlerinin önünde siyah siyah lekeler uçuyordu. Güneş ağaçların arkasında kayboluyor, denizin sonunda gök, pembe, kırmızı bulutlarla doluyordu. Kalabalığın içinde bazı bisikletli çocuklar da geçiyorlardı.

Sabire,

– Haydi, artık çocuklar, gidelim, dedi. Yoruldum. Bu gece ziyafetimiz de var. Bizi beklerler.

Füsun sordu:

– Fasih Bey de gelecek mi?

– Sor kendine. Gelmiyor.

Fasih cevap verdi:

– Beni affediniz efendim.

Sabire,

– Fasih! Bu gece bizde kalabalık çok, Naciye gürültüye alışmamıştır. Bu gece sende misafir kalacak! dedi.

– Memnuniyetle, tenezzül ederlerse!

. . . . . . . .

Naciye cevap vermedi. Yorgunluktan sanki hastalanmıştı. Kımıldayacak hali yoktu. İradesiz bir hayal gibiydi. Yalnız gülümsedi. Eğer Sabire’de kalsa, çalgı çağanak, içki, gürültü içinde ihtimal yemek zamanı uzayacak, gece yarısında bile sofraya oturulamayacaktı. Halbuki bu delikanlının evi tenhaydı. Artık işte gece oluyordu. Ellerinden kaçmak, kurtulmak ihtimali kalmamıştı. Onunla gitmek daha hayırlı değil miydi? İçinden, “Hemen gidip sofraya otururuz. Karnımı doyururum! Sonra bir mazeret uydurur, belki sabaha kadar teslim olmam. Sonra kaçarım!” diyordu. Fasih’in arabası bu meydanlığın sonunda duruyordu. Sabire’yle Füsun’la vedalaştılar. Delikanlı hemen koluna girmişti. Arabaya bindiler. Lambalarını yakmış dükkanlar arasından geçmeye başladılar. Genç de ona güzelliğinin fevkaladeliğinden bahsediyordu.

– Aman yarabbi! Siz nerde doğdunuz? Nerde büyüdünüz? Ne letafet! diye tuhaf sualler soruyordu.

Kendisini bir takdim için Sabire’ye iki yüz lira veren gencin zenginliğini düşünen Naciye, bu akşam oturacağı sofrayı da gözünün önüne getirmeye çalışıyordu. Altıyolağzı’nı, Yoğurtçu’yu, Bağdat Caddesi’ni dörtnala geçtiler. Fasih Bey, onun dalgınlığını çok güzel buluyor;

– Ne düşünüyorsunuz, Allah aşkınıza… Bir kederiniz mi var? diyordu.

– Hiç efendim.

– Ne böyle dalgınsınız?

– Hiç efendim!

Gence, dönüp, “Hemen doğru sofraya oturalım, olur mu?” diyeceği geliyordu. Sağ tarafında batan güneşin hâlâ gölgeli kızıllığı silinmemişti. Ihlamur’u geçtiler. Araba durunca, derin uykudan uyanmış gibi sarsıldı. Fasih yere atlamış, ona elini uzatıyordu.

– Buyurun…

İndiler. Demir parmaklıklı bir kapının önünde duruyorlardı. İçerde karanlık, ağaçlık bir yolun sonunda bir bina gölgesi görünüyordu. Kapıdan girince Fasih,

– İslam! İslam! diye bağırdı.

Uzaktan bir Arnavut sesi cevap verdi:

– Efendum?

– Haydi salonun gazlarını yak!

Karşılarına çıkan uzun boylu, bahçıvan kılıklı bir herifti.

– Başüstüne efendum.

Fasih, Naciye’ye döndü:

– Bahçıvandan başka kimse yok. Sakın sıkılma cicim!

. . . . . .

– Serbest ol artık…

– Peki…

Geniş taş merdivenlerden çıktılar. Antrenin, salonun gazları yakılmıştı. Naciye, ömründe görmediği bu ihtişama, bu süslere hayretle baktı. Hele salonda, âdeta açlığını unutur gibi oldu. Halılar, duvarlarda resimler, vazolar, ağır perdeler, ortadaki masa…. Hepsine ayrı ayrı bakıyordu. Salonda görecek şey kalmayınca yine karnının açlığını duydu. Tabii yemek odası da burası kadar süslüydü. Kimbilir ne yemekler vardı. Şiddetle et, börek kokuları duyar gibi oluyordu. Fasih bülbülleşmişti. Anlamadığı birçok şeyler söylüyor, ona ebedi aşklarından, hatta izdivaçtan, doğacak çocuklardan, sonsuz saadetlerden bahsediyordu.

Ne kadar vakit geçti. Naciye’nin haberi yoktu. Fasih,

– Haydi, artık cicim, yukarı çıkalım! dedi. Aklında hep yemek olan Naciye, gayri ihtiyarî sordu:

– Nereye?

– Yatak odamıza cicim!

– Fakat…

– Ne cicim?

Naciye kendini sıktı:

– Biraz bir şey yesek… diyebildi. Fasih,

– Ay! diye haykırdı. Ne kadar eşeğim! Güzelliğiniz beni şaşırttı. Karnınızın aç olup olmadığını soramadım. Allah aşkına affediniz. Ben İstanbul’da yemiş de gelmiştim. Durunuz bir şey uyduralım.

Sonra kalktı. Açık pancurdan kafasını çıkardı. Yine,

– İslam, İslam! diye haykırdı.

– Efendum.

– Gel buraya ulan, çabuk diyorum.

. . . . . .

– Efendum!

– Haydi biraz yiyecek bir şey uydur.

Naciye yemek lafına iyice kulak kabarttı.

– Ne yapalım efendum?

– Ne yaparsan yap!

– Gece yarısı oldu efendum, şimdi her taraf kapalı.

– Ulan kafa ağrıtma, diyorum, git, ne bulursan bul, çabuk yemek odasına getir.

– Efendum her taraf şimdi kapalu…

– Uzatma lafı diyorum be! Ne halt edersen et!

Arnavut çekildikten sonra, Fasih, Naciye’ye döndü. Güzel elini tuttu. Öpmeye, koklamaya başladı.

– Kusura bakma cicim. Yarın lokantadan getirtiriz, ben akıl edemedim. Affet.

– Estağfurullah…

– Hakikaten eşeklik ettim.

– Estağfurullah…

– Öyle ya, yemeği hiç düşünmedim. Amma sizi görünce şaşırdım vallahi…

İçeri giren Arnavudun ayak sesleri işitildi. Fasih’in söylediklerini artık duymuyor, hep ayak sesleri işitiyor gibi oluyordu.

Arnavut kapının dışından,

– Hazırdır begüm, buyurun! dedi.

Kalktılar. Sofadaki masanın yanından dolaştılar. Fasih, bir kapının önünde durdu.

– Buyurunuz efendim! dedi.

Naciye hızla girdi. Burası geniş, mükemmel bir yemek salonuydu. Büfelerin billurları içinde, yanan lambanın akisleri parlıyordu, büyük dört köşe masanın kenarına, karşı karşıya iki sandalye konulmuştu. Yalnız bir sandalyenin önünde bir tabak duruyordu.

– Buyurun efedim!

. . . . . .

Fasih, Naciye’yi sandalyeye oturttu. Naciye, gözlerini tabakta duran şeye indirince, acı bir çığlık kopardı.

– Aaaaaa!..

Evet bu, siyah zeytin taneleriydi. Yanında da, dört senedir yemekten artık tiksindiği bir vesika ekmeği dilimi duruyordu. Kollarını masaya dayadı. Başını kollarının üstüne kapadı. Ağlamaya başladı. Avazı çıktığı kadar hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Fasih, bu ani tebeddülden[4] bir şey anlamamıştı. “Ne oldu?” diyemiyor, Naciye’nin arkasına attığı pelerinin altından görünen beyaz ensesine bakıyor, vesika ekmeğiyle tabaktaki zeytinleri göremiyordu. Arnavut, köşkün köpeğine verilen, vesika ekmeğinden başka bir şey bulamamıştı. Akşam fasulyesini de bitirmiş, hiç bırakmamıştı.

Buhran şiddetlendi, Naciye’nin gözyaşları kollarını ıslatıyordu.

Fasih hiç durmadan,

– Ne oldun cicim? Ne oldun? diyordu.

Genç kadın,

– Hiç! diye ayağa kalktı.

Kapıya doğru yürüdü. Fasih, önlemek istedi.

– Allah aşkına beni bırakınız. Sonra fena olur! diye haykırdı.

Güzel, ela gözleri çerçevesinden fırlamıştı. Delikanlı çekindi. Genç kadının kapıdan çıkıp gidişine bakakaldı. Bahçenin kumlarına basan adımlarını işitirken,

– Ne isterik kadın! Âdeta bilmece… dedi.

Naciye, karanlığın içinde yürüyordu. Bir yemek için bu gece namusunu feda ediyordu. Kendisini yalnız bir takdim için iki yüz lira veriliyordu. Sonra, işte bu cennet kadar muhteşem, saraylardan süslü köşkün altınlı, gümüşlü, billurlu yemek odasında, karşısına yine zeytin, ekmek çıkıyordu. Yürüdü, yürüdü. Artık ağlamıyordu. Kalbi taş kesilmiş gibiydi. Göğsünde onun ağırlığını duyuyordu. Caddeden daha karanlık bir sokağa saptı. Bu bir yokuştu. Daha hızlı yürüdü. Nereye gideceğini bilmiyordu. Sonra yine bir caddeye çıktı. Uzaktan dalgaların seslerini işitti. Karanlığın içinde daha karanlık ağaçlar rüzgarla hışırdıyordu. Deniz sesinin geldiği tarafa yürüdü. Bir gölge, denizin ortasına doğru uzanmış gitmişti. Bu gölgenin uzanmış üzerinden yürüdü, yürüdü. Bir binanın altından geçti. Yürüdü. Serin bir rüzgar yüzüne çarpıyordu. Bu gölge yol artık bitmişti. Durdu. Karanlık denize baktı, baktı, baktı.

Evet, buraya kendini atmaktan başka çare yoktu. Cennete gitse, sefalet yine onun yakasını bırakmayacaktı. Fakat atılacak kuvveti kendinde bulamadı. Oraya yıkıldı. Karşısında kocaman bir yıldız gibi parlayan fenere gözlerini dikti. Baktıkça bu ziya gözlerinin içinde büyüyor, altın tepsi gibi kırmızılaşıyor, sanki gözlerinden giren tatlı baygın aydınlığı, taş kesilmiş donuk kalbini yavaş yavaş ısıtıyor, eritiyordu.

ÖMER SEYFETTİN

You may also like...