Kadınlarımız
kadınlarımız; Soğanları pembeleşinceye kadar kavurdu kadın.
Biraz domates rendeledi, bir kaşık da salça ekledi.
Akşamdan suya ısladığı fasulyeleri döktü üzerine.
Biraz tuz serpti, çok az da şeker. Kırsın diye ev yapımı salçanın ekşisini.
Önce harlı ateşte kavurdu biraz, sonra kısık ateşte uzun uzun pişirdi.
Serdi keten masa örtüsünü, koydu üzerine iki tabak, ortaya da bol soğanlı bir salata. Keşke sadece soğan doğrarken ağlasaydı…
Dumanı üzerinde koydu yemeği tabaklara, bir ekmeğin ucundan kopardı, uzattı adama.
Adam kafasını kaldırmadan aldı ekmeği, bir lokma kopardı, attı ağzına. Bir kaşık da yemekten aldı, sonra çekti örtüyü, sofranın altını üstüne kattı.
Yemeğin tuzu eksikti, adamın insanlığı…
İçindeki öfkeye eksik olan tuzu bahane etti, hıncını kadından çıkardı.
Taşlar, sopalar, yumruklar kırabilirdi kadının kemiklerini, ama kelimeler kadar canını yakamazdı hiçbiri.
Kemikleri iyileşti zamanla, ama ruhu hiçbir zaman iyileşmedi kadının.
Kendisine uzanan her ele karşı ürkek kaldı.
Hırpalandı, hor görüldü, aşağılandı, bıçaklandı, öldürüldü kadın ya da kadınlar, bizim kadınlarımız…
İnsan gibi yürüyebilecekleri bir yol bırakılmayınca, kendi içine doğru yürümeye başladı ve sonunda düştü.
Kendi içine düşen insanın orada boğulması kaçınılmazdı zaten…
Sonra bir gün kendisini esir eden bu hayattan kurtulmak istedi. ‘Bu yemeğin tuzu niye eksik, bu çocuk neden ağlıyor?’ gibi sebeplerle daha fazla ölecek gücü kalmamıştı.
Bir boşanma dilekçesine imza attı, sokağın köşesini döner dönmez iki el silah atıldı.
Belki de hayatında ilk kez kendisi için bir şey yapmaya cesaret eden kadın, 50 metre menzilli bir tabancadan çıkan iki kurşunla kayıplara karıştı.
“Aldılar, götürdüler, namazı kılındı, gömüldü…”
Gazetelerde H.K. diye geçti adı.
Haberini okuyanlar derin bir nefes aldı, böyle bir felaketi kendileri yaşamamış olduğu için.
Sevmediği bir adamla zorla evlendiren babası bile ağladı ardından, ‘Pişmanım’ dedi günah çıkarmak ister gibi.
Asıl darbeyi babasından almıştı aslında kadın, zaten ondan da görmemişti şefkatli bir dokunuş.
Hayatındaki tüm erkekler kırmıştı kolunu kanadını. Hatta bir kez kendisi kıymak istemişti canına.
Kocasının yumruğuyla kırdığı camın kırıklarını bileklerine gömmüştü.
Yakmıştı canını cam kırıkları, ama canın kırgınlığı daha çok acıtıyordu.
Canına okudular kadının, elbirliğiyle üstelik.
Geçmişine okudular, geleceğine okudular, ama kadına iki dize güzel bir şiir okumadılar.
Kahkahasına bile kulp taktılar kadının, yine elbirliğiyle üstelik.
Ama kulağının arkasına bir çiçek takmadılar.
Yetim yaralarıyla, öksüz hayalleriyle geçti bu dünyanın toprağından kadın. Biri geçti, diğerleri geçmekte hala…
Biri tacize, biri tecavüze, biri şiddete maruz kalıyor. Birinin saçının rengine karışılıyor, birinin eteğinin boyuna.
Ve bir diğerinin varlığı bile günah sayılıyor…
İşte tam şu an biri eve mahkûm ediliyor, biri cezaevine kapatılıyor, biri istemediği bir evliliğe zorlanıyor.
Kendinden geriye siyah-beyaz yarım tebessümlü bir fotoğraf kalan, dünyaya ‘ah’ını bırakarak giden tüm kadınların anısına…”
Sizinde düşüncelerinizi merak ediyoruz. Yorumlarınızı bekliyoruz.