ZEYTİNİN TERİ…

Arabamız su kaynatmasa durmayacaktık, o sıcak yaz günü Balıkesir’in

Savaştepe ilçesinde. Yola çıkmadan önce arabaya bakım yaptırmış, hararet sorunu olduğunu söylememe rağmen arıza bulamamışlardı. Dağda su kaynattıktan sonra motorun soğumasını bekleyip ancak Savaştepe’ye kadar gidebilmiştik.

Birlikte yolculuk ettiğim eşim ve kızımın da canı sıkkındı. Günlerden

pazardı ve her yer tatildi. Sanayi sitesinde arabaya baktıracak

birilerini aradık, bulamadık. Can sıkıntısı ve çaresizlik içinde

söylenirken tamirci aradığımızı duyan birileri aracılığıyla tanıştık;

Hüseyin amcayla.

Elinde küçük bir alet çantası vardı. Yardımcı olmak istediğini söyledi.

Motora yaklaştı, sesini dinledi. Kontağı kapatıp tekrar açtı. Hiçbir yere

dokunmadan uzun uzun motoru ve çalışmasını izledi. “motorun soğutma

sisteminde sorun görmediğinden” söz etti. Bir süre daha bakındı.

Sonra “buldum galiba” diye haykırdı.

“Her şey normal görünüyor ve su kaynatıyor ise araba su eksiltiyor

demektir. Muhtemelen kalorifer peteği delinmiş, su kaçırıyordur. O

takdirde döşemelerin ıslak olmalı” dedi. Gerçekten de onca uzmanın

çalıştığı servisin bulamadığı sorunu kısa sürede görmüştü.

Arabanın kalorifer sistemi su kaçırıyor eksilen soğutma suyu yüzünden

araba hararet yapıyordu. Kalorifer sistemini devre dışı bırakıp geçici

bile olsa su kaçağını önleyip sorunu çözdü, Hüseyin amca.

Teşekkür edip borcumu sordum. Arabanın camındaki tıp armasını

gösterdi;

– Doktor musun?

– Evet.

– Bizim hanımın yıllardır geçmeyen ağrıları var. Gelip bakarsan

ödeşiriz. Ben de hanıma doktor götürmüş, gönlünü almış olurum.

Hem de çayımızı içer soluklanırsınız.

Hep beraber, Hüseyin amcanın evine gittik. Tek katlı bahçeli şirin bir evdi.

Hanımının şikâyetlerini dinleyip, muayene ettim. Çoğu yaşlılığa ve

menopoza bağlı yakınmaları için tavsiyelerde bulunup iki de ilaç yazdım.

Kadıncağızın yüzü güldü. Teşekkür etti. Çay hazırlamak için izin istedi.

Bu arada ilkokul çağındaki kızım boş durmuyor odaları karıştırıyordu. Bir

şey kırıp dökmesin diye yanına gittiğimde evin bir odasının

duvarlarının kitapla dolu olduğunu gördüm. Şaşkınlığım daha da

artmıştı.

Muhabbet ilerleyince, tamirci sandığım Hüseyin amcanın gerçekte emekli

ilkokul öğretmeni olduğunu 39 yıl devlet hizmetinde Ege’nin köylerinde

çalışıp emekli olduktan sonra Savaştepe’ye yerleştiğini anlattı.

Çocuklarının okuyup büyük şehre gittiğini burada hanımıyla baş başa

yaşadığından dem vurdu.

– Neden buraya yerleştin?

– Ben okumayı, yazmayı, hayatı burada öğrendim. Sizler bilmezsiniz,

unutuldu gitti. Ben Savaştepe köy enstitüsünün ilk mezunlarındanım. Hasan Ali Yücel maarif vekili iken ilk köy enstitüsü burada açıldı. Burada

öğrendim ben hayatı, bir şeyler öğretmenin nasıl verdiğini.

Ayrılamadım buralardan.

– Peki, bu tamircilik işi nereden çıktı?

– Dedim ya, bilmezsiniz sizler, köy enstitüsü mezunu olmanın ne demek

olduğunu? O zamanın okulları sanırsınız. Halbuki orada bu toprağın

çocuklarına okuma yazmanın yanı sıra çiftçiliği, hayvancılığı, inşaat

yapmayı, yemek yapmayı, bozulanları tamir etmeyi, örgü örmeyi hatta az

buçuk hekimlik yapmayı bile öğret tiler. Hayatı öğrendik ve öğretmen olup hayatı öğrettik çocuklara.

– Yani elinizden çok iş geliyor.

– Köy enstitülerinde bilmeyi, öğrenmeyi, düşünmeyi soru sormayı, aklını

kullanmayı öğretiyorlardı. Zaten bu yüzden yaşatmadılar ya…

Bu arada çaylar geldi. Çayın yanında ekmek peynir ve zeytinden oluşan

kahvaltı da hazırlamıştı Hüseyin amcanın hanımı. Emekli olduktan sonra

zeytinciliğe başladığını sofradaki zeytinin de kendi ürünleri olduğundan

söz etti.

– Zeytinin hikmetini bilir misin? Meyveleri ile karnımızı doyurmuş, yağını

çıkarmışsız. Kandillerde yakıp aydınlanmışız, odunu ile ısınmışız.

Giderek ona benzemişiz.

– Nasıl yani?

– İnsan da doğanın meyvesi değil mi?

Sofradaki zeytin çanağından aldığı zeytini ışığa doğru tutup;

– Doğup büyüdüğünde zeytin tanesi gibi acı, yeşil bir meyve insan.

Çoğunu sıkıp yağını çıkarıp posasını da sabun yapıyoruz. Yani heba olup gidiyor. Bir kısmını sofralık ayırıyor selede tuza yatırıp acı suyunu

atmasını buruşup bu hale gelmesini sağlıyoruz. Veya salamura yapıp

olduğundan daha şişkin gösterişli hale getiriyoruz. İnsanlara da

böyle yapmıyor muyuz? Okullarda okutup okutup hayata hazırladığımızı

sanıyor ya şişiriyor ya da buruşturup atıyoruz insanları.

“Sizin köy enstitülerinde yaptığınız da böyle bir şey değil miydi” diye

soracak oldum. Hanımına baktı gülüştüler.

– Hurma zeytini bilir misin?

– Bilmem. Hiç duymadım.

– Egenin bazı yerlerinde olur. Ağaç aynı ağaçtır ama her yıl kasım ayı

sonu gibi denizden karaya esen rüzgar ile zeytin ağaçlarına bir mantar

bulaşır. Bu mantar zeytinin terini giderir, acısını dalında alır.

Dalında olgunlaşır zeytinler. Toplandığında yemeğe hazırdır anlayacağın.

– Eeee.

– Köy enstitüleri de böyleydi. Dalında olgunlaşan zeytinler gibi

insanları oldukları yerde yetiştirmeye, onların bilgilerini de diğer

insanlara bulaştırmayı amaçlamıştı. Doğup büyüdüğü ortamda

olgunlaştırıyorlardı, insanı. Hayata hazırlıyorlardı.

Sustuğumu görünce.

Hanımından boşalan bardakları doldurmasını rica etti.

“işte bu yüzden, öğrendiklerimin zekâtını vermek, zeytinin terini

hatırlatmak için buradayım, doktorcum, unutulsun istemiyorum” dedi.

Kitaplığından çıkardığı iki kitabı kızıma hediye etti. Vedalaştık.

Arkamızdan bir tas su döküp, uğurladılar.

Dr. Mehmet Uhri

Not: Bu yazı, emekli öğretmen Hüseyin Kocakülah ve köy enstitülerine emek verenlerin anısına ithaf olunmuştur.

alıntı

You may also like...