KÖY OKULUNDA ŞAŞIRABİLMEK
BİR KÖY OKULUNUN YEMEKHANESİNDE…
Mesleğine bizim kasabada başlayan Murat Hoca, ben ortaokuldayken iki sene boyunca Türkçe dersimize girmişti. Güler yüzü ve sıcak kanlılığından dolayı öğrencilerin çevresinde olmaktan mutlu olduğu bir öğretmendi. Dersleri sevilirdi ve bu sevginin öncelikli sebebi mesleki bilgisi veya tecrübesinden öte ilişki kurmak konusunda iyi olmasıydı. Arkadaş tarafı baskın bir öğretmen olduğu için onunla sohbet etmeyi sever, içimizdekileri ortaya koymaktan çekinmezdik.
Benim de tüm öğrenciler gibi Murat Hoca ile aram gayet iyiydi. Orta okulu bitirip kasabadan ayrılışımdan kısa bir süre sonra Murat Hoca’nın da başka bir şehre tayini çıkmasına rağmen bu güzel ilişkinin verdiği tatlı hislerle onunla iletişimimi devam ettirmeye özen gösterdim. Yılda üç dört kez yaptığımız telefon görüşmelerinin dışında iki kez de yüz yüze görüşme fırsatımız oldu.
Bu görüşmelerden ikincisi birkaç yıl önce beni, mesleğine devam ettiği şehre davet etmesiyle oldu. İki günlük bu ziyaretimin bir gününü Murat Hoca’nın çalıştığı okulda geçirdim. Murat Hoca o gün beni, sınava hazırlananlar başta olmak üzere dersine gireceği öğrencilerle tanıştırmayı, derslerin programını aksatmayacak şekilde onlarla biraz sohbet etmemi istiyordu. Ben de bunun için epey heyecanlıydım. Yağmurlu bir pazartesi günü, ilçeye 40 kilometre mesafede olan dağ köyüne gitmek için erkenden yola koyulduk. Bol virajlı ve yokuşlu bir yolcuğun ardından köy okuluna vardık. Köye hakim bir tepede bulunan okulun oldukça şirin bir binası ve epey geniş bir bahçesi vardı. Çevredeki daha küçük köylerden taşımalı sistemle gelen öğrenciler de bu okulda eğitim görüyordu.
Okula girip öğretmenler odasında diğer öğretmenlerle tanıştıktan sonra Murat Hoca’nın o gün ilk dersinin olduğu sınıfa yöneldik. Bir yabancı olarak sınıfa girmemle birlikte tüm meraklı gözler üzerime toplandı. Murat Hoca beni öğrencilerine tanıtıp, merak ettikleri soruları sorabileceklerini, sohbet edebileceğimizi söyledi, ardından da daha rahat konuşabilmemiz için bir süreliğine sınıftan ayrıldı.
Çocuklar bakışlarıyla beni biraz süzdükten sonra yavaş yavaş ısındılar. Önce her sınıfta bulunan türde atılgan birkaç öğrenci Murat Hoca ile tanışıklığımızın detaylarını sordu, ben bu detaylardan bahsettikçe diğer öğrencilerden de yeni sorular geldi. Derken yaşımı, memleketimi, okuduğum okulları, tuttuğum futbol takımını, sigara içip içmediğimi ve daha merak ettikleri bir çok soruyu sordular. Sonrasında ben de isimlerini, ilgilerini çeken meslekleri ve kendilerine dair birkaç detayı öğrenmek için her biriyle sırayla kısa sohbetler yaptım. Çok kısa süre içinde birbirimize iyice alıştık. Bana bir şey soracakları zaman kimi söze “Emre abi!” diye başlarken, kimi de “Örtmenim! Ay özür Emre abi!” diyerek başlıyordu. Kısa bir süreliğine de olsa, bir öğretmenin durduğu yerden onlara bakmak ve “örtmenim!” kelimesini duymak içimi pek güzel duygularla doldurmuştu. Ve ben de ortaokulu bir köy okulunda okuduğum için olsa gerek, o koşullar içindeki çocukların hissedişlerini ve düşünüşlerini daha iyi anlayabiliyor, kendimi onlara çok yakın hissediyordum.
Bu şekilde başka birkaç sınıfla daha tanışıp, çok doyumlu, keyifli sohbetler yaptıktan sonra yemek vaktinin geldiğini belirten zil çaldı ve bir saat on beş dakikalık öğle molası başladı. Okul taşımalı sistemle eğitim verdiği için öğrenciler evlerine gitmek yerine yemeklerini okul yemekhanesinde yiyorlardı. Murat Hoca ile birlikte biz de yemekhanenin kapısından girdik. Büyüğüyle küçüğüyle bütün öğrenciler yemek kazanlarının üzerinde durduğu masanın önünde sıra oluşturmuştu ve önlüklü iki görevli de tabldotları hızlı hızlı dolduruyordu. Yemekhanede adımlayıp sıraya doğru yaklaşırken bir an duraksadım, sıranın en önündeki bir durum dikkatimi çekmişti; öğretmenler içeri girdikten sonra doğruca sıranın en önüne geçiyor ve beklemeden hemen yemeklerini alıyorlardı. Duraksadığımı gören Murat Hoca ve sabah tanıştığım sıranın önündeki diğer öğretmenlerden birkaçı beni de en öne davet eden el işaretleri yaptılar.
Burada sistem besbelli ki buydu. Fakat biraz önce can cana sohbet edip arkadaş olduğum Mustafa’nın, Hatice’nin, Yakup’un ve diğer çocukların önüne geçmek içime hiç sinmiyor, beni çok rahatsız ediyordu. En nihayetinde onların “açlıkları” benimkinden daha önemsiz değildi ve “insan olarak hakları da” benim hakkımdan daha değersiz değildi. Kendimde bu hakkı görmediğim gibi, öğretmenlerin de böyle davranması garibime gitmişti. Murat Hoca’ya doğru dönüp “Biz de sıraya girelim mi Hocam?” dedim; “Sanki böylesi daha doğru olur…” Murat Hoca onaylayan bir yüz ifadesiyle “evet, aslında doğru” diyerek yanıma geldi. Başka bir şey söylemeye gerek kalmadan anlaştığımızı hissetmiştim. Sonra sıranın önüne, diğer öğretmenlere doğru baktı, mırıldanır gibi bir sesle; “Ben bu okula geldiğimden beri bu böyle” dedi.
Sıraya girmemizle birlikte önümüzdeki öğrencilerin yüzlerinde beliren şaşkınlıkları, birbirlerine bakıp manalı manalı gülüşmelerini ve gözlerinde oluşan tatlı ışıltıyı çok iyi anımsıyorum… O gün, sırada beklediğimiz birkaç dakika boyunca, önümüzde ve etrafımızda bizi gören öğrencilerin alışılmadık, güzel ve çok güçlü bir şeyler hissettiğinden çok eminim…
Çünkü biliyorum ki; ben küçükken, böyle bir anda öğretmenimin arkamda sıra beklediğini görseydim, kendimi değerli ve “var” hissederdim. Hem de bunu öyle güçlü bir şekilde hissederdim ki bir insan olarak hakkımın da farkına varırdım. Ve o an dilim dönüp söyleyemesem de gönlüm muhakkak şunu bilmeye başlardı; Hakkın esas kaynağı “insan olmaktan” gelir. Boyunun uzun kollarının kuvvetli olması, yaşının büyüklüğü, mevkinin yüksekliği ve üstünlük belirten başka hiçbir durumun bu gerçeği değiştiremeyeceğini anlardım. Ve hiç şüphesiz ki bir insanın, diğerinin hakkını elinden alabilecek güçte olmasına rağmen bunu yapmamayı seçmesi, onun hakkını gözetip saygı duyması çok güçlü bir davranıştır. Böylelikle ben de, benden daha zayıf görünenin hakkını gözetmeyi, saygı duymayı öğrenirdim…
Toplumda yaşamasını arzuladığımız her bir değerin; adaletin, saygının, empatinin en başta evde ve okulda çocuklarla kurduğumuz ilişkimizde yaşaması gerektiğini bilmemiz gerekiyor. Bu da ancak onların içindeki ‘insan’ı görebilmemizle mümkün görünüyor…
alıntı: Emre Pekçetinkaya